REHBERLİK ve PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK PORTALI

Nankorluk ve Sukran Hissi

   
Nankörlük ve Şükran Hissi
Mustafa NECMİGİL
       

İnsan ruhunda içiçe bulunan zıt duygulardan ikisi de şükran ve isyandır. Bir insan hem teşekkür, hem de isyan edebilir. Sevgi ve nefret gibi zıt, fakat esaslı olan bu duygular, insanın düşüncesine ve inancına göre yönlenir veya ağırlık kazanır. Evet, nasıl ki, bir insanın kalbinde sevgi hakiki manâsıyla yerleştiği zaman, nefret mecazi varlığa bürünüyor; nefret hakiki manâsıyla yerleştiği zaman ise sevgi mecazî olur. Yâni, gerçekten sevebilen insan, nefretini kaybetmiyor, fakat acıyabiliyor. Hakiki olarak nefret hissi ağır basan insan ise, ancak ikiyüzlü olabiliyor. Şükran ve isyan da böyledir...

Şükretmenin idrakinde olan ve aczini, fakrını anlayıp şükre yönetebilen insan, bilerek isyana asla yeltenmeyip, bu isyan hissini, kötü düşünce ve heveslerine karşı kullanırken; doğruya, hakka isyanı bir düstur edinmiş kimse de asla şükredemeyip, herşeye ikiyüzlü (riyakârane) bir tavırla cevap verir.

Hangi insan topluluğuna bakarsanız bakın, tezahürü farklı olsa da, şükran ve isyan h islerinin insan varlığının özünde mündemiç olduğunu görürsünüz. Diyebiliriz ki, hiç bir insan yoktur ki, teşekkür etmesin veya isyan hissi taşımasın.

Her şey bir karşılık ister; maddî veya manevî-, bu karşılık ise "nesneye", "verenin durumuna" ve "alanın yapısına" göre değişir. Yapılan muameleler, ya insanı memnun eder, şükrettirir veya memnun etmez, isyan ettirir. Hayvanlarda basit haliyle var olan bu iki his, insanda daha ince ve şuurludur. Aynı zamanda devamlılık arz eder. Bugün yapılan bir iyilik aylar ve yıllar sonra karşılık görebileceği gibi yapılan bir kötülük de çok zaman sonra olsa da karşılığını görebilir. İnsanda kendine mahsus nazları olan ceset ve ruh diye İki yapı vardır. İnsan duygularının kaynağı ise ruhtur. Şükran ve isyan duygulan da ruhun bir fakültesi olan kalpte yerleşmiştir. Bir tohum halinde varolan bu iki his, akıl ve vicdan vasıtasıyla kalpte hakiki varlıklarına erişirler. Şükran veya isyan hissinin nasıl hakikileştiğine şöylece temas edelim.

İnsanın, duygularının oturaklaşması ile, şahsiyetini kazanması tamamen onun ve çevresinin dünya görüşüne ve hayat telâkkisine bağlıdır. Aslında küçükken çevrenin tesirinde kalsa bile, aklını kalbini ve vicdanını hür olarak kullanabildiği çağda, onun bütün yönlenmesi tamamen kendi içine ve inancına bağlıdır. Burada yine toplumun bazı şartlandırmalarının küçümsenmeyecek derecede müessir olduğunu kaydedelim. Bu şartlandırmalarla tamamen teslim alınmış, hür iradesini dahi kullanamaz hale getirilmiş bir esir kişi bahsimizden hariçtir. Hür iradesini kullanabilen bir insan için, daima iki esasa yönelme olagelmiştir. Birincisi, yıldızlar, gökyüzü ve bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan..

"Nedir bu insan?" "Ne arar burada?" "Yolculuk nereye?" iç sualleri karşısında "tesadüfilik" , "kendi kendine oluşçuluk", "sebeplerle oluşçuluk" gibi anlayışlara kapılarak, herşeyi tesadüfen ortaya çıkmış ve varolma kavgası sürdüren, herşeyi birbirine yabancı ve düşman gözüyle baktıran bir anlayış belirir içinde. Bu anlayışa göre koca kâinat içerisinde, insan maddeten bir hiç olduğu gibi, manâ olarak da bir hiçtir. Hayat mücadelesinde felsefesi kendisi için yaşamaktır. Düşüncesinde "ne?" "nereden gelmiş?" "niçin gelmiş?" gibi suâllere yer yoktur. Sadece kendisi için yaşamak, ancak kendi yaşayışına faydası olanlarla münasebette bulunmak, onun yegâne şiarıdır. Artık hayat bir kavgadır ve kavgada güçlü olanlar kazanacaktır. Güçsüzlere, güçlülerin yanında hayat hakkı yoktur. Bir güçlü daima bir güçsüzü yutacak, hayatını devam ettirecektir. Şu kısacık ömründe, ömür dakikalarını son saniyelerine kadar bütün menfaatleri için değerlendirebilmek gibi bir ideâl onun en büyük hayâlidir. Dolayısıyle bu inançta bir insan için acizlik, fakirlik sözkonusu değildir. Çünkü nazarında hep mücadele vardır ve hep güçlüler kazanmaktadır. Kendisi de yaşadığına göre güçlüdür. Öyle ise niçin aciz ve fakir olsun(!). Hem o çok şey yapmakta, yeni şeyler icat etmektedir. O güçlüdür (!) o büyüktür (!) hem hayatla mücadelesini öyle "bilinçli" sürdürmektedir ki, hep başarıya koşmaktadır, öyle ise insan niçin güçsüz, aciz ve fakir olsun? Madem aciz ve fakir değil, herşeyi kendisi yapıyor, kendisi kazanıyor, peki niçin şükretsin; madem şükretmiyor, o halde menfaatine dokunan her-şeye isyan etmelidir. O en ufak bir şekilde dahi olsa rencide edilmemelidir. 0 büyüktür (!) o herşeye isyan eder, ama başka şeylerin isyan etmesine dayanamaz. Ve o hilebazdır. Rahatlıkla iyi görünebilir. Çünkü esas yerinde kullanmadığı şükran hissini burada kullanmaktadır. Bu his onun kalbinde, büründüğü mecazi yapıda, iki yüzlü, aldatıcı, menfaati için icabında en pesbayağı şeylere baş eğdirici, (ama içinde mağrur ve kibirli olarak) bir hal almıştır. O, dünyanın en hümanist (!) insanıdır. O, herşeyi sever, herşeye alâka duyar ve herşeyin birbirini sevmesini ister(!) Ama bu istek tatmin edilmeyen şükran hissinin, ikiyüzlülük perdesi arasından sızan ışık hüzmeleri olarak kalır ancak. Hiç bir yeri aydınlatamaz. Çünkü, içi başka, ortası başka, dışı başkadır. İçindeki şükran hissi açığa çıkmak isterken ortadaki "ego" ya çarpmaktadır. Ego, "ben varım" demekte, bir dış değerlendirme yapmakta ve dışarıya ancak ikiyüzlülük perdesinden geçerek çıkabilene izin vermektedir. Çünkü o insanın benliği, "kendisini büyüterek" hayat mücadelesinin kahramanı olma edasında, gururlanmaktadır. İsyan için daima hazırdır. Şükran için asla... Niçin, neye ve hangi gayeyle teşekkür etsin bilemez. Aklı buna hükmeder, vicdanı da tasdik eder ve bu yapı kalbinde yerleşir. Bu durumda haykıracak aydın bir vicdanı da yoktur. Karanlık vicdanı ancak böyle oluşa müsaade etmiştir.

İkinci yönlenmede ise, insan; insan nedir? Niçin var? Gidiş nereye? iç sualleri karşısında bir araştırmaya girer. Devamlı bir yeniden oluş ve sanatlı yaratılış dikkatini çeker. Biraz daha derinleştiğinde, hiçbir şeyin boş olmadığını farkeder. Kâinatı örgüleyen bu müthiş yaratılış hadisesi, hiç bir fiil failsiz olmadığı ve hiç bir san'at, san'atkârsız olamayacağı için, hemen aklına Yaratıcı'yı getirir. İlmî nazarla incelediği kâinat, karşısında bir kitap olmuş, biyoloji canlılar kısmını okurken, araştırırken, jeoloji, astronomi gibi ilimler de cansızlar bölümünü okumakta ve araştırmakla meşgul olup dururken, insanın bakışı ister istemez, vicdanından gelen en saf,en duru bir şevkle, bu büyük kâinat kitabının yaratıcısını arar. Artık o, nazarlarını maddeden, madde ötesine çevirir ve "herşeyin sahibi" ne yönelir. Çünkü herşeyin, Yaratıcının sonsuz ilim, kudret ve iradesinden çıktığını anlar. O halde, yaratılışta "GAYE" vardır. Nedir bu gaye? İşte bu ancak yaratıcının bildirmesiyle bilinebilir. Hiç birşey boş değildir, insan akıl, kalp, hayal ve düşüncelerinde alâka kurduğu kâinatın mühim bir parçası, hatta yaratılış ağacının bir meyvesidir. Meyve, ağacın en değerli mahsûlü ve en ucunda duran semeresidir. Kâinatın içinde, kâinat kadar değere ulaşan meyve-varlık, insan.. Ve insanın, maddi ve manevî çok cihazlarla donatılması.. Manevî olarak sonsuzlukla irtibatı olan bu varlık, maddeten çok çelimsiz.. Hem iktidarı, çok çok az. Emelleri ebedlere kadar uzanırken, kendisi ancak elinin ulaştığı yere kadar uzanabiliyor. Kendisine verilen aklı, tabiatın sinesine oturtulmuş kanunlan arayıp bularak, yeni yeni terkiplere ulaşmada kullanabilirken, yine de en ufak şeylere yenilmekten kurtulamayan varlık.. Bir yandan aşıyı bulur, seyyareler arası seyahetlere başlarken, diğer yandan hâlâ görmek için yeni yeni mikroskoplar keşfetmek mecburiyetinde kaldığı mikropçuklara yenilebilir. Bir yandan kâinatın derinliklerine doğru yo yandan kâinatın derinliklerine doğru yol bulurken, diğer yandan dört bir yanıyla kayıtlı. Zamanla ve mekânla kayıtlı... İnsan hem güçlü hem aciz.. Hem zengin hem fakir.. Hem serbest, hem bağlı.. Ama güçlülük, zenginlik ve serbestlik, izafi değerleri ifade ederken, acizlik, fakirlik ve bağlılık mutlak değerleri ifade ediyor. Çünkü mutlak kudret, zenginlik ve serbestlik, ancak hiç birşeye bağlı olmayan, herşeyin O'na bağlı olduğu Yaratıcıya mahsustur. İşte insan mutlak bir acziyet, fakirlik ve bağlılık içerisinde küçük bir mahluk iken, kendisinin büyük bir kıymete sahip olması, adeta her şey kendisine sunulmuşcasına hareket edebilmesi, yemesi, içmesi, soluması, görmesi v.s. gibi topyekün nimetlendirilişi, elbette kendisine varlığını hissettiren o "Nimetlendirici Zât'a karşı şükran hissiyle dolacaktır. Bize hayatı veren, yaşamayı öğreten, her bir şeyi hizmetimize sunan Zât, ancak bizim şükran hissimizi tatmin edebilir. Şükran hissini O'na yönelmekle tatmin eden bir insanda, isyan hissi mecazi bir mahiyete bürünür ve ancak O'nun çizdiği daire içerisinde kötülüklere yönelir. Böylece iki "his" te dengeli bir şekilde tatmin olmuş olur. Burada insanın benliği asla bir büyüklük davasına yönelmez.Çünkü o vardır. Hiç bir zaman eşya ve hadiselerden nefret etmez, çünkü her şey bir nizamın esiri ve nizam koyucunun memuru olarak birbirine dost, yardımcı ve ahengin tamamlayıcısı durumundadır. Artık bu insanın içi ve dışı birdir. Bu insan gerçekten sevebilen ve yeri geldiği zaman da nefret edebilen varlıktır. Duygulan (yani hisleri) dengelidir. Hareketleri içtendir. İkiyüzlü olamaz. Çünkü şükran gitmiş, yerini bulmuş; isyan da riyakârlığa cephe almıştır.