REHBERLİK ve PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK PORTALI

Darwin Siirden Anlarmiydi

 
Darwin Şiirden Anlarmıydı?
Nihat DAĞLI
   

Materyalist görüşlere bakıldığında, insana ve insanı kuşatan eşyaya getirdikleri yorumlarda metafıziğin verilerine rastlanılmaz. Bu yorumlarda daha çok, kutsallıktan soyunmuş bir eşyayı görüyoruz; her şey elle tutuluyor ve gözle görülebiliyor, gözün görmediği ve elin tutmadığı bir şey yok sayılıyor. Eşyanın öncesine ve sonrasına dair net bir bilgi verilmiyor.

Bu çerçevede yapılan insanı tanımlama girişimlerinde de, bu bakışın yoğun tesiri görülüyor. İnsan, çok dar bir alana çekiliyor; “karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor atomlarının belirli bir molekül dizisinin oluşturduğu bir metre seksen santimlik bir kütlenin” içerisinde değerlendiriliyor.

Merak ettiğimiz şu: Bu tezi ortaya koyanlar, yazdıklarına ve söylediklerine acaba kendileri de inanmışlar mı veya bu inançlarını ömür boyu koruyabilmişler mi? Gecenin karanlığın da ve yalnız kaldıklarında, aynı şeyi düşünmeye devam etmişler mi? Sevdiklerinde, hayal kırıklığına uğradıklarında, en yakınlarındaki insanların ölmesinde veya bir kalp spazmı esnasında vicdani ses, hiç mi onları rahatsız etmemiş? Salt eşya bilgisinin, fiziğin ve biyolojinin izah edemediği eşya-ötesi metafızik bir dünyanın da var olduğunu küçücük yüreklerinde bir an olsun hiç hissetmemişler mi?

Sanmıyorum; insanın kendisiyle ilgilendiği, yüreğinin yollarına düştüğü demlerde duyulan vicdani ses, muhakkak onları da yakalamış, din ve ahlaki hayattan koymuş olmanın ağırlığı altında ezilmiş ve herşeye rağmen telef olmamış kalbi dünyalarının tokatlarıyla dövülmüşlerdir, diye düşünüyorum Nitekim, yazdıkları kitapların satır aralarında, kendileriyle hesaplaşmalarına şahit oluyoruz. Mesela Charles Darwin... Hıristiyan teolojisinden materyalizme kayan Darwin’in otobiyografisinde şu ilginç itirafları okuyoruz:

“Otuz yaşına ve belki bir süre sonrasına kadar birçok çeşitten şiirler bana büyük zevk verirdi, hatta okuldayken bile Shakespeare’den ve tarihi konulu oyunlarından yoğun bir haz duyardım. Önceleri resimler/18den hatırı sayılır ölçüde ve müzikten ise çok büyük haz duyduğumu da söylemiştim. Halbuki artık yıllardır bir satır bile şiir okumaya tahammülüm kalmadı; son zamanlarda Shakespeare’i okumaya çalıştım ve öyle dayanılmaz derecede yayan buldum ki midem bulandı. resimler/18den ve müzikten almış olduğum tadı da hemen hemen tamamen yitirmiş bulunuyorum... Dimağım, yığın yığın bulgudan genel kanunlar çıkarıp duran bir tür makine haline gelmişe benziyor; ama beynin daha yüksek zevklerin duyulmasını sağlayan kısmının neden bu yüzden felce uğraması gerektiğini kavrayamıyorum... Bu zevklerin yitirilmesi, bir mutluluk kaybıdır ve belki zekayı da zedeleyici bir etkisi vardır. Daha da büyük bir ihtimalle tabiatımızın duygusal kısmını zayıflatarak manevi karakterlerimizi zedelemektedir.”

İşte böyle... İnsan tabiatının metafizik kısmına kapalı olan ve Darwin’i yoksullaştıran materyalist bakış, şiiriyeti insanın hayatından koymuş, insanı atomize ederek, onu bedeni ihtiyaç ve zevklerin ağına bırakmıştır. Halbuki insan beden kafesine sığmayan, ten-ötesi ihtiyaç ve özlemleri olan bir varlıktır. İnsanı insan kılan çizgi, kalbin ve vicdanın türevi olan bir kültürün yeşerttiği ve şekillendirdiği hayatın içinde saklıdır. Yine insanın tebessüm etmesi,, şiiriyeti hayatına taşıması, sosyal yapıyı bozan benmerkezci tavırlardan arınması, Nietzschelerin inanmadığı metafizik referanslarla mümkün olabilmektedir.

Nietzsche “Tanrı öldü” derken, aslında büyük bir yanılgının içerisine giriyordu. Metafiziği insanın hayatına taşımayan bu tavır, Darwinin şiirden ve müzikten haz duyan insani tarafina yabancıydı. Allah’a kapalı yaşamayı öngören Nietzsche hakikati söylemiyordu. Zira Allah ölmez, ölen de Allah olamaz; 0, Hayy ve Kayyum’dur.

Zaman göstermiştir ki, insanlar hemen her zaman, materyalizmin korkunç istibdadına rağmen, Allah’ın kelamıyla irtibata geçmişler. Hiçbir şey, onları Allah’a koşmaktan alıkoyamamış. Alıkoyamamış çünkü, onlar Allah’ı tanıma ve O’nu dinlemeye giderken insaniliklerini gerçekleştiriyorlar. Bu sebeple, insanın insan olma hakkına kötü gözle bakan Nietzschelerin başarılı olması düşünülemezdi; düşünülemez çünkü, yaşanılır bir dünyayı inşa etmekten uzaklar...

Materyalizmin idealize ettiği insan bir Drakula’ydı; ölçüsü olmayan, güdülerini kontrol altına alamayan, iç dengeden mahrum bir tip... Sevap-günah, hesap günü, fedaklık, sevgi ve yardımlaşma gibi kavramlara tamamen yabancı bu tipin dokuyacağı ve inşa edeceği dünya da, “modern cennet” olacaktır.” Şimdilerde ise, insanlar, bu “modern cennet”i aşma yollarını ararken, modernizm sonrası bir süreçten bahsediliyor. Bu sürecin izlerini taşıyan hayat kalıpları da insanların yoğun ilgisini çekiyor: Aidiyet duygusu insanları bir merkezde topluyor; aynı markayı tüketmiş olmanın, aynı ismi idol bilmenin hazzı peşinde koşuluyor. Bu son durum sağlıklı bir sonuç olmamakla beraber, modernizmin insanı tatmin etmekten aciz kaldığı gerçeğini doğrulaması açısından önemli bir gelişmedir.

Hemen her kıtada din, yeniden, toplumları şekillendiren ve onları harekete geçiren bir dinamik oluyor. Evet din bir kez daha konuşuyor; vahiy ve metafizik veriler, yeni bir insan ve yeni bir dünya inşa ediyor. İnsani olan herşeyi, üretim-tüketim kalıpları içerisinde değerlendiren kapitalizme, sömürüye, ahlaki dejenerasyona, ekolojik dengedeki çözülmelere ve etnik kavgalara karşı, insanlar, dini vazgeçilmez bir sığınak biliyorlar. Yabancılaşmanın getirdiği kirliliklerden arınmak suretiyle, kurtulmak istiyorlar. Bütün bunlar olurken, Nietzschelerden ses çıkmıyor; çıkmıyor çünkü onlar öldü.