REHBERLİK ve PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK PORTALI

Psikoterapinin Tarihcesi

PSİKOTERAPİNİN TARİHÇESİ

Psikoterapi'nin tarihçesi en az insanlık tarihi kadar eskidir. Tıp bilimini inceleyen bilim adamları, eski çağlarda din adamları, şamanlar ve tıbbi yardımda bulunan kişilerin uyguladığı yöntemlerin birçok hastalığa iyi geldiğini söylemişlerdir. Bu yöntemler bugün uygulanan psikoterapi yöntemlerinin ilk örnekleri olmuştur. Ortaçağda normal dışı davranışların oluşumu şeytan ya da kötü ruhların varlığı ile açıklanırdı.

İlk kez Yunan antik döneminde bireyin içinde olduğu psikolojik yapının hastalıkların oluşumunda etkili olduğu vurgulanmıştır. Tarih boyunca hekimler hastalarına güvenlik ve destek vermek, dinlemek, anlamak ve yardımcı olmak gibi destekleyici tedavi yöntemleri uygulamışlardır; ama psikoterapi'nin tıbbın bir uzmanlık alanı haline gelmesi 19. yüzyılın ikinci yarısından sonradır.

Ondokuzuncu yüzyılın başında anatomi, fizyoloji, nöroloji, fizik, kimya ve biyoloji alanlarında bilimsel gelişmeler başlamıştır. Beyin fonksiyonlarındaki bozuklukların ruhsal hastalıklara neden olabileceği görüşleri önem kazanmıştır" Ruhsal yapı ve davranışların temelinde organik etmenler etkilidir" görüşüyle yeni bir dönem başlamıştır.

1883 yılında Alman hekim Emil Kraepelin beyin patolojisinin ruhsal hastalıklara neden olduğunu söylemiştir. Kraepelin ilk kez davranış bozukluklarını sınıflandırmış ve tanımlamıştır. Bu dönemde doğaüstü inançlar bütünüyle terk edilerek, ( halk arasında olmasada ) tıp adamları birçok ruhsal hastalığın beyin patalojisiyle ilgisini ortaya koyarak kabul etmişlerdir. İlk kez ruhsal hastalıklar Kraepelin'le bedensel hastalıklar gibi, hastalık olarak kabul edilmişlerdir.

Anatomi, fizyoloji, biyolojiden yararlanılarak beyin patalojisini araştıran araştırmalar yapılmıştır. Fakat tüm bu çalışmalarda hastaların yarısından fazlasında organik bir pataloji bulunup, ruhsal bozukluk ve davranış bozuklukları bir nedene bağlanamamıştır. Araştırmacı hekimler ya laboratuvar teknikleri yetersiz olduğu için beyinde var olan bir bozukluğu ortaya koyamadıklarını düşünüyorlar, ya da durumu kalıtımla ve genetik bozuklukla açıklamaya çalışıyorlardı. Bu varsayımların geçerliliği de kanıtlanmamıştı ve ortada açıklanamayan kocaman bir boşluk kalmıştı.
20. yüzyılın başlarında " Beyin patolojisi davranış bozukluklarının nedenidir. Pataloji yoksa bu genetik bozukluktur ve tedavi edilemez " görüşüne karşı çıkan, yeni bir devrimci düşünce oluşmaya başladı. Bazı ruhsal bozuklukların organik kökenli olmayıp psikolojik nedenlerden oluştuğunu söyleyen PSİKANALİZ kuramına göre günlük yaşamda olan bazı engellemeler ve kişiler arası çatışmalar, kişi için aşılamaz görülüp çözüm üretme, uyum yapma çabaları başarısız olabilir, ya da sağlıksız yollar kullanılabilir demiştir. Gerçekte psikanalizi HİPNOZ VE TELKİN'in histeri ile ilişkisini inceleyen araştırmacıların araştırmaları oluşturmuştur.

Hipnozun ise geçmişi ilk çağlara dayanır ve bu eski geçmiş çok iyi bilinmemektedir. (1734 - 1815) Avusturyalı hekim Franz Anton Mesmer'in hipnozu kullandığını görüyoruz. Viyana'da başarılı olamayıp 1778'de Paris'te bir klinik açarak çeşitli hastalıkları " hayvansal manyetizma " yolu ile tedaviye başladı. Hastalar çember biçimindeki bir sıraya, yüzleri çemberin dışına dönük oturuyorlar, sıranın iç kısmını oluşturan sütunda asılı ve renkli sıvılarla dolu şişelerden çıkan demir çubuklar hasta olan beden kısımlarına bağlanıyordu. Karartılmış odada uygun bir müzik çalıyor ve bir süre sonra mermer leylak rengi bir giysi içinde görünüp bir hastadan diğerine dolaşıyor ve elleri ile onlara dokunuyordu.

Mesmer'in histerik kökenli birçok duyu bozukluklarını ve felçleri bu telkin yöntemiyle iyileştirebilmiş ve sonraki yıllarda hipnoz kullanarak yapılan benzer çalışmaların ilk uygulayıcısı olmuştur. Daha sonraları meslekdaşları tarafından " şarlatan" ilan edilerek Paris'I terk etmeye zorlanan Mesmer'in ismi bir daha duyulmamıştır.
19. yüzyıl sonu Fransa'da davranışı etkileyen psikolojik etmenlerin anlaşılmasına yönelik daha ciddi çalışmalar başlamıştır. Liébault ve Bernheim adlı iki hekim Nancy'de Histeri ve Hipnoz arasındaki ilişkileri inceleyerek histerinin hipnoz altında telkinle ortaya çıkabileceğini ve aynı şekilde ortadan kaldırılabileceği sonucuna vardılar. Bu görüşleri paylaşan hekimler Fransa'da Nancy ekolü olarak anıldılar. Paris'li ünlü hekim Jean Martin Charcot ve arkadaşları, önce histeriyi oluşturan nedenlerin organik bir patolojiden kaynaklandığı görüşünde direnip, sonra bu yeni görüşe katıldılar.

İşte bugünkü psikanaliz ve psikoterapi alanlarında büyük değişimlere neden olacak büyük buluşma, Freud'un Charcot ile tanışması, bu dönemde oldu. Freud Charcot ile çalışmaya başladı; onun güçlü kişiliğinden ve zengin görüşlerinden etkilendi. 1886'ya kadar Charcot ile çalışan Freud, bu tarihte Viyana'ya döndü ve nöroloji uzmanı olarak muayenehane açtı. 1889'da tekrar Nancy'ye giden Freud, Liébault'un kliniğinde Bernheim'ın titiz çalışmalarına katıldı ve gözlemler yaptı. Telkine açık olma eğilimi, yalnız histeri belirtileri gösteren hastalarda değil, normal ve diğer nevrotik kişilerde de gözlemlenebiliyordu. Bernheim'ın normal ve normal dışı tepkiler arasındaki ilişkiyi ilk kez ortaya koyan bu görüşleri insan davranışlarının anlaşılması ve bu konudaki klinik çalışmalara temel oluşturması adına önemli bir adımdı. Freud Nancy'den dönerken insan bilincinin dışında oluşan zihinsel süreçlerin varlığına olan inancı kesinleşmişti.

Freud'un yaşamında 1887'ye dek geçen 10 yıllık süre psikanalizin temellerinin atıldığı dönem olarak kabul edilebilir.

Tüm bu çalışmaların bir kurama dönüşmesinde rol oynayan etkilerin sonuncusu Joseph Breuer'den geldi. Breuer Viyana'nın seçkin ve tanınmış bir hekimi olarak hipnozu, çoğu kadın hasta üzerinde kullanıyordu. Hastalar hipnoz altında sorulara baskısız açık yanıtlar veriyor ve uyandıklarında rahatlıyorlardı. Duyguların boşalmasını oluşturan bu yönteme Arıtma anlamına gelen KATARSİS denmişti. Hastanın duygusal çatışmalarını ve içsel sorunları ile, hastalık belirtileri arasındaki ilişkiyi, hipnoz altında hekim inceleyebiliyordu.

Breuer, Freud'un histeri patalojisine duyduğu ilgi nedeniyle Literatürde Anna O. adı ile anılan bir hastasından ona söz etti (Anna O. ile ilgili bulgular psikanaliz tarihçesine geçmiştir ve bu kuramın gelişmesinde önemli katkıda bulunmuştur).



Freud 'un Breuer'le yaptığı ortak çalışmalar 1893'te " ön iletişim ", 1895'te " histeri üzerine incelemeler ", adıyla yayınlanmıştır. Bu yapıtlarda Freud ve Breuer psikodinamik ( Bilinç dışı güçlerin davranışları yönlendirme olgusunu tanımlayan kavram ) kavramının temelini attılar.

Breuer histeri belirtilerinin oluşumunda, cinsel etmenlerin oynadığı rolü Freud kadar önemli kabul etmediği için, iki hekim ortak çalışmalarına son verdiler.
Freud ilerleyen yıllarda hipnozdan vazgeçti ve hastalarının uyanıkken düşüncelerini sıralamalarını istedi ve bunları yaparken ahlak kurallarını gözetmemelerini, akıllarına ne geliyorsa hiç sansür kullanmadan ifade etmelerini istedi. Bu yöntemle hasta içsel engelleri yenebiliyor, unutulmuş anılara inebiliyor ve giderek sorunlarını açıkça tartışabilir duruma gelebiliyordu. Bu yeni yönteme SERBEST ÇAĞRIŞIM deniyordu. Bu yöntem aracılığı ile hastaların içsel dünyalarına inerek kendilerini daha iyi tanımaları ve daha sağlıklı bir uyum düzeyine erişebilmelerine olanak sağlayan ilkelere de " PSİKANALİZ " adı verildi.

Freud bu görüşlerini Viyana'daki bilimsel arenada açıkladığında alay konusu oldu ve bazıları onun kaçık olduğunu iddia ettiler. 1890 - 1900 yılları arasındaki on yıl süresince entellektüel bir yalnızlığa giren Freud, bu sürenin ilk yıllarında kuramını geliştirdi. 1902'de bir kadın hastasının yardımı ile üniversiteye doçent olarak atandı. 1920'de profesör ünvanı aldı.

1902 yılında evinde başlattığı haftalık tartışma grupları ilerleyen zamanla " Viyana Psikanaliz Derneği " nin kurulmasını sağladı. Dernek ise zaman içinde kurumlaşarak Uluslararası Psikanaliz Birliği'ne dönüştü.
1909'da Freud, bir dizi konferans vermek üzere Clark Üniversitesi'nden çağrı aldı ve Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Amerika dönüşü Freud'un izleyici ve hasta sayısında artış oldu.

Freud'un ilk büyük eseri 1900 yılında çıkan Rüyaların Yorumu oldu ve bunu pek çok kitap ve yazılar izledi. Çeşitli ülkelerden gelerek çevresinde toplanan İsviçre'den Carl Jung, New York'dan A.A.Brill, Macaristan'dan Sandor Ferenczi, Berlin'den Karl Abraham, Viyana'dan Alfred Adler sayılabilir. Bu gruptan Jung ve Adler daha sonra kendi kuramlarını geliştirerek gruptan ayrıldılar.

Freud çağdaş psikiyatrik görüşlerin başlangıç noktasını oluşturacak katkılarda bulunmuş ve psikiyatri alanına yeni ve dinamik bir yaklaşım biçimi getirmiştir.
Psikoterapinin tıp bilimi olarak kabul edilmesi, 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. 1940'lara kadar diğer tıp dallarında çalışan hekimler psikanalistlere hasta göndermemişlerdir ve insanlar kendi kararlarıyla psikanalize başlamışlardır. Genel tıpta yavaş gelişmesine karşın psikanalitik düşünce sanatçıların, yazarların, tarihçilerin, antropologların insana bakış açısında önemli değişiklikler yaratmıştır.

1950'lerden sonra Freudçu teoriyi, bu arada gelişen diğer tekniklerle bir arada kullanan bilim dalı psikoterapi olarak isimlendirilir. Psikoterapi, herhangi bir konuşma yöntemidir. Freud'un serbest çağrışım yöntemi, tedavinin çekirdeğinde yer almıştır.


Kaynak: www.gridergi.8k.com