REHBERLİK ve PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK PORTALI

Bilim ve Teknoloji Ufuklari

 
Bilim ve Teknoloji Ufukları
Ömer D. İKRAMOĞLU
   
Kâinatta ilginç olan şeylerden birisi şudur: Yaratıcı, büyük işleri çok küçük parçacıklara gördürüyor. Meselâ; insanoğlunun 20. yüzyılda zamana damgasını vurduğu en büyük başarısı elektron gibi âdeta kütlesi dahi yok denilebilecek (10-31 kg) parçacıklara hükmetmeyi başarmasıdır. Aslında buna hükmetmek dahi denmez; bir nebze olsun, lâfını geçirebilmeyi, onları kontrol edebilmeyi öğrenmesi demek daha doğru olacak.
Bu kontrol neyi sağladı? Bununla insanoğlu elektronikte transistor devrimini gerçekleştirdi. Etrafımızda gördüğümüz, her türlü teknoloji bu devrimin bir parçasıdır. Mikrobilgisayarlar, süperbilgisayarlar, telekomünikasyon teknolojileri, uydular, humanoidler aklımıza gelebilecek her türlü teknoloji... Ama dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Bilim adamlarının dahi tam olarak kavrayamadığı elektronların, bildiğimiz sadece bazı özellikleri ile bunları başarabildik. Yaratıcı'nın muazzam bir şekilde yarattığı, bu küçük olduğu kadar anlaşılmaz ve anlaşılmaz olduğu kadar da âciz parçacıklarla bize sunduğu şu güzellikleri anlayıp, hayran olmamak, zannediyorum mümkün değil.

Bu kadar küçük, daha ne olduğunu bile tam kestiremediğimiz elektronlarda saklı bu inanılmaz bilgiyle; acaba Yüce Yaratıcı bize mânâ boyutlarında hangi mesajları vermek istemiş olabilir? Neden bu çok küçük ve âciz parçacıklara çok sihirli meziyetler vermiş? Tabiat aslında tepeden aşağıya işlemiyor; bütün görevler, en alttaki, en küçük parçacıklarda gizli. Bütün bu parçacıkların muazzam bir ahenkle vazifelerini yapabilmeleri kendi başlarına asla mümkün olamaz. Çünkü, bunların şuurlu olmadığı kesin; insanoğlu, artık onları kendi iradesine göre kontrol edebiliyor, ondan kendisi için fayda çıkarabiliyor. Eğer şuurlu olsalardı, sonsuz denilebilecek sayıdaki bu parçacıklar, yapılan her deneyde aynı sonuçları vermez; aynı kurallara uymazlardı. Fizik yasaları doğmazdı. Yapılan deneylerde, bu parçacıkların hep aynı fizikî kurallara uyduklarını, içlerinden hiçbirinin itiraz etmeden yasalara boyun eğdiğini görürüz. Demek ki; bu parçacıklar kendi iradeleriyle hareket etmiyor, Yaratıcı'nın belirlemiş olduğu kural ve prensiplere göre hareket ediyorlar.

Tabiattaki hâdiselerin temelinde parçacıklar olduğu için, bunlar kendi iradeleriyle hareket ediyor olsalardı, kâinattaki hiçbir şey çok kısa bir süre dahi -meselâ astrofizikte önemli bir zaman aralığı olarak bilinen 10-43 saniye- varlığını devam ettiremezdi. Çünkü evrende o kadar çok parçacık var ki; bunların birbirleriyle uyum içinde olabilmeyi kendi iradeleriyle sağlamaları imkânsız. En azından bazılarının, oyunbozanlık yapacağı kesin gibi. Bu durumda kâinatın; henüz "Big Bang"le doğmaya başlarken, dağılıp yok olması gerekirdi. Oysa ki; kâinatın yaratılışını anlatan teorilerde, bu tarif edilemeyecek kadar kısa sürenin bugünkü kâinat mucizesinin gerçekleşmesinde çok büyük ve hâlen tam olarak kavranamamış bir anlamı vardır. Parçacıklar, mükemmel kolektif şuurla nasıl hareket ederek bugünlerin oluşmasına vesile olmuştur? Kâinatı bu hâle getiren 15 milyar yıllık ahenk, uyum, irade birliği, anlaşılır gibi değildir.

Kâinatın temelindeki bu parçacıklar, kendi iradeleriyle hareket ediyor olsun. Bu durumda, Einstein'ın göstermiş olduğu tabiattaki hiçbir şeyin ışık hızını geçemeyeceği kuralını çiğnemiş oluruz. Neden mi? Çünkü; şuurlu farzettiğimiz bu parçacıkların uyumlu etkileşimde bulundukları kesin gibi. Bu haberleşmeyi ise; asla ışık hızından daha hızlı bir surette sağlayamazlar. Dolayısıyla kâinatın bir ucundaki parçacığın belli bir süre sonraki hâli ile, diğer ucundaki parçacığın belli bir süre sonraki hâli arasında, hiçbir şekilde senkronize edilmiş bir haberleşme olmadığından -yani birbirlerinin durumundan habersiz hareket ettikleri için-, asla uyum göstermemesi, bir süre sonra mutlaka çelişmeleri ve kâinatın anında dağılıp yok olması gerekir. Çünkü bu parçacıkların uzay-zamandaki davranışlarını birbirlerinden bağımsız olarak sağlamaları, fakat ortaya çok ama çok bağımlı bir durumun çıkması mümkün olamaz. İşte bu yüzden, bu parçacıklara aynı anda söz geçirebilen ve bütün parçacıkları aynı anda kontrol edebilen ve onların uzay-zamanda nereye doğru aktığını bilen, geleceklerini gören, Kur'an'ın deyimiyle, onları başıboş bırakmayan bir üstün irade olması gerekir. Ve bu irade bütün parçacıklara aynı yakınlıkta olmalıdır ki, bütün parçacıklara kolektif bir şuur verebilsin. Biz bu yüce irade sahibine Allah diyoruz.

Pekiyi, birbiriyle asla haberleşemeyecek kadar uzakta bulunan parçacıkların, birbirlerinden bağımsız gibi görünen hareketlerinden; nasıl anlamlı, uyumlu bir ahenk çıkabilir? Bu temel parçacıklar aynı kurallara göre nasıl hareket edebilir? Birbirlerinden trilyonlarca ışık yılı uzakta olan parçacıklar, aynı fizikî yasaları nasıl paylaşabilir? Belki şöyle bir soru daha sorulabilir: Bu bilgi alışverişini, gelecekte nasıl davranış göstereceklerini; birbirlerine çok yakın oldukları, hattâ her şeyin enerji olduğu, henüz maddenin doğmadığı, kâinatın ilk zamanlarında sağlamış olamazlar mı? Bu sadece bir ihtimaldir; ancak bu durumda şöyle bir çelişkiyle karşı karşıya kalırız: Neden madde halinde dahi olmayan bu parçacıklar, böyle bir anlaşma yapsınlar? Ve neden içlerinden en azından bazı parçacıklar bu anlaşmayı çiğnemesin? Bu anlaşmaya katılmayan tek parçacık dahi kâinatın alt-üst olması için yeterliyken, nasıl 15 milyar senedir kâinat hâlâ düzenini korumaktadır?

Bir başka düşünce tarzı da şu şekilde olabilir: Pekiyi neden o zaman termodinamik kanunlarına göre entropi (düzensizlik) artmaktadır? Bu soruyu sorarsanız, bir paradoksa sebep olursunuz. Çünkü yasaların olmaması gerektiğini düşündüğünüz bir kâinatı, bir kanunla sorgulamış olursunuz. Aslında tabiatta çoğu şey, hiç de düşündüğümüz gibi hareket etmiyor. Meselâ; 'Young Deneyi' aklımızın iflâsını hazırlayan ilk deneylerdendir.

Young deneyi, kuantum mekâniğinin açıklayabildiği, fakat akla daha yakın klâsik fiziğin açıklamakta zorlandığı bir deneydir. Bu deneye göre, çift yarıklı bir engel üzerine birbirinden belli uzaklıkta iki kaynaktan ışık gönderilmektedir. Engelin diğer tarafında ise bir perde bulunmaktadır. Bu perde üzerine düşen ışık desenini incelediğimizde şunu anlıyoruz: Fotonları parçacık olarak düşünemeyiz. Çünkü parçacık olsalardı, perde üzerindeki girişim deseni oluşmazdı. Bu desen iki dalganın girişim desenini vermektedir. Dolayısıyla fotonları, basit parçacıklar olarak düşünemeyiz. Pekiyi fotonları dalga olarak kabul edebilir miyiz? Hayır!.. Çünkü perde üzerinde bulunan özel materyal sayesinde fotonların perdeye momentum ve enerji transferi gerçekleştirdiğini anlıyoruz. Bu ise; fotonun parçacık iyonunun etkisidir. Bu durumda foton dalga mıdır, parçacık mıdır? Foton ne parçacık, ne de dalgadır. Ortada bir dualite (ikilik) vardır, âdetâ ruh ve beden ilişkisi gibi. Bu iki özelliği aynı anda taşır. Biz onun dalga özelliği sayesinde uzay-zamandaki taşıdığı momentum, konum gibi değerlerini ihtimaller çerçevesinde tayin eder, parçacık özelliği sayesinde ise; taşıdığı enerji vs'yi tespit ederiz. Aslında anlamakta zorlandığımız bu durum karşılaşılan tek gariplik değil... İnsanoğlunun akıl ve mantığına garip gelen, keşfedilmeyi bekleyen bu esrarengiz yolculuğa olan merakıdır. Belki de insanın fıtratına dercedilmiş bekâ arzusudur, kuantum dünyasına onun merakını cezbeden.