REHBERLİK ve PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK PORTALI

Gorulebilir Dunyanin Ne Kadarini Gorebiliyoruz

   
Görülebilir Dünyanın Ne Kadarını Görebiliyoruz?
Dr. Selim AYDIN
       
Önümüzdeki yılların en büyük buluş ve anlamaları, dış dünya değil aksine insanın iç dünyası, beyin-zihin yapısı konularında olacaktır. Günümüzde en çok araştırılan konuların başında; insanın algılama, görme, şuur ve şuur altı fonksiyonlarının nasıl geliştiği ve nelerin tesirinde kaldığı gelmektedir. Son araştırmalar insanın, beş duyusunun alabileceği uyarılar açısından zengin bir dünyada yaşamasına rağmen, dış dünyadan çok az ham bilgi aldığını ve geri kalan kısmını kendi zihninde var olan temel kalıplara göre şekillendirdiğini ortaya çıkarmıştır. Bu temel kalıplar 0-10 yaş arasında verilen eğitimle şuur altında oluşturulmaktadır. Düşünceden davranış ve tutumlara varıncaya kadar, bütün zihnî işlemler, şuur altında oluşmaktadır. İnsanın düşünce, tercih ve tutumlarını bir yemeğe benzetirsek; yemeklerin hepsi, şuur altımızda var olan programlarda hazırlanmaktadır. Hangilerinin dışa yansıtılacağına ise, şuur ile şuur altı arasında köprü görevi gören merkezî yönetim yapısı (cüz-i irade) karar vermektedir. Şuur ise çeşitli durumlarla ilgili tutum ve tercihleri, şuur altı mutfağından almamızı sağlar. Sergilediğimiz tutum ve davranışlardan mesul olmamız, şuurumuz ve seçme hürriyetimiz sayesinde olur. Doğumdan itibaren her şey, şuur altında kaydedilir ama biz kayıtlardan sadece içinde bulunduğumuz ortama uygun olanları ortaya koyarız. Şuur, insanın güvenebileceği basın sözcüsü olup, benliğin diğer insanlarla sağlıklı ve uyumlu iletişim kurmasını sağlar. Gerekirse şuur, olayı daha mantıklı açıklamak için şuur altının yeni alternatif fikir ve düşünce senaryolarına dayanan izahlar üretmesini ister. Bu açıdan şuur altındaki ben ile şuur tarafından dış dünyaya gösterilen ben, yüzde yüz aynı değildir. İnsanın her iki benine ait duygu, düşünce ve isteklerini açıkça ifade edebileceği bir dosta ve hayat arkadaşına ihtiyaç duyma sebeplerinden biri de bu durumdur. Evlilikteki gerçek saadet, eşlerin her iki benliğin isteklerini ve beklentilerini açıkça birbirlerine anlatabilmelerinde ve birbirlerine empati beslemelerindedir.
İnsanın bu durumunu ortaya çıkaran deneylerden biri aşağıdaki şekilde plânlanmıştı. Kampuste yürürken bir yabancının size adres sorduğunu düşünün.(Şekil 1) Yabancıya yolu tarif ederken ikinizin arasından kapı taşıyan iki kişi geçsin.(Şekil 2) Bundan rahatsız olsanız bile, yabancıya yol tarif etmeye devam edersiniz.(Şekil 3) Siz tarifinizi bitirdiğinizde yabancı kişi size teşekkür eder ve bir psikoloji deneyinde rol aldığınızı söyler. Ve size şu soru yöneltilir: Kapı taşıyan iki kişi aranızdan geçtikten sonra, herhangi bir değişiklik olduğunu hissedip, algılayabildiniz mi? Sizin biraz hayretle 'hayır' diye cevap verdiğinizi düşünelim. Sonra o yabancı size; "İlk başta size soru soran yabancının kapının arkasında yürüyüp gittiğini, onun yerine bir başkasının geçtiğini" söyler. Daha sonra iki adam da gelir ve yanyana durduklarında; boyları, elbiseleri yüzleri saç kesimleri ve seslerinin tamamen birbirinden farklı oldukları anlaşılır, ama siz bunu fark edememişsinizdir.(Şekil 4)

Böyle bir şey imkânsız görünmesine rağmen, bu deney gerçekten yapılmıştır ve katılımcıların % 50'si bu insan değişimini fark edememiştir. Fark edemeyenlerin genellikle farklı sosyal yapı ve yaşlardan olması dikkat çekmiştir. Yabancı kişinin değiştiğini fark eden bu deneye muhatap olanların hepsinin, aynı yaş grubundan olması oldukça manidardı. Psikolojide "değişimi görememe veya farkı fark edememe körlüğü" olarak tanımlanan bu durum, çok temel insanî bir özelliği gösteriyor. O da, insanların düşündüğünden çok daha az şeyi, görüp fark edebildiğidir.

İnsanın algılama sistemi; gördüğü manzaranın bütün detaylarını yakalama yerine, çok az bir şeyi, ön kabullerine, niyetine ve dikkatini konsantre ettiği noktaya bağlı olarak zihnine transfer etmektedir. Yukarıdaki örnekte kişi için önemli olan şey, yabancının sorduğu adrese nasıl ulaşabileceğidir. Kendisini o kişiye yöneltmesine rağmen onun bütün özelliklerini algılayamamaktadır. İnsanlar aynı kişilerle beraber yaşasalar bile, birbirlerinin bütün özelliklerini görememektedirler. Sadece neye önem vermişlerse o özellikleri fark etmektedirler. Her şeyi gördüğümüze ve fark ettiğimize dair kanaatimiz ise, bir zandan ibarettir. Bu noktada Kur'ân'ın insanlara zandan kaçınmaları ve işin aslını araştırıp bilmeden konuşmamaları gerektiğine dair ikazı, çok mânidârdır. Karşılaştığımız muazzam zenginlikteki manzaralardan, algılama sistemimiz, çok az detayı alır ve önceki hafızamıza, birikimlerimize ve hayal gücümüze dayanarak, bütüncül resmi zihinde oluştururuz. Hattâ bazı radikal bilim adamlarına göre, biz hiçbir şeyi olduğu gibi görmeyiz. Gözlerimizin görülebilir dünyaya tamamen açık olduğu bir yanılgıdır. Görme üzerinde çalışan araştırmacılar son yıllara kadar, görmenin, beyinde resim yapmaktan ibaret olduğunu düşünüyorlardı. İnsanın zihninde, dış dünyanın fotograf ve haritalarını detaylı şekilde oluşturarak ve zaman içinde bunları kıyas ederek, değişen şeyleri kolaylıkla fark edebildiği zannediliyordu. Ancak 1991'de Daniel Dennet tarafından ortaya atılan hipoteze göre, insan beyin ve zihni, dünya hakkında birkaç tane detay haritaya sahiptir. Ayrıntılı fotografların insanın kısa süreli hafızasında depolanmadığı, bunların beynin muazzam kapasitedeki görüntü işleme, analiz etme ve değerlendirme gücü kullanılarak, temel yapı ve modeller temel alınarak zihinde inşa edildiği belirtilmektedir. İnsan idrâk sistemi; sadece değişen şeyin ne olup olmadığına konsantre olur ve geri kalan kısmın aynı kaldığını kabul eder. Bu hipoteze göre, insanoğlu her gördüğü şeyde bütün ayrıntıyı idrâk edememekte ve gözden kaçırmaktadır. Yapılan deneylerde de benzer sonuçlar elde edilmiştir. Kişi kendisine önemli görünmeyen, tekrarlanmış kelimeleri ve metinleri, konuşmaları, daha öncekilerin aynısıymış gibi zihninde işleyerek, o metin ve konuşmalardaki küçük detayları ve farklılıkları algılayamamakta veya görememektedir. Bu da insanın gerçekten her defasında ne kadar az bir şeyi görebildiğini gösterir.

Bir başka deneyde, insanlara bilgisayar ekranında tabiat manzaraları gösterilmiş ve göz hareketleri sırasında hızlı bir şekilde manzaralar değiştirilmiştir. İnsanlar bu değişiklikleri fark edememişlerdir. Bu açıdan bizim görme sistemimizin dış dünyadan görebileceği her şeyi gördüğünü zannetmemiz tamamen bir zihin yanılgısından ibarettir. Değişikliği fark edememe körlüğü, daha çok alınan eğitim tarzıyla alâkalı olmakla birlikte, burada olduğu gibi dikkatsizliğe bağlı körlük de söz konusudur. Ortada değişikliği gösteren sinyal olmasına rağmen, onu algılama niyetiyle ve ona konsantre olan bir dikkatle sinyale yönelmezseniz onu algılayamazsınız. Bir başka ifadeyle, manzaranın veya olayın belli bir özelliğine dikkatinizi yöneltip ona yoğunlaşmazsanız, manzaranın o özelliğini görüp algılayamazsınız. Bunu göstermek için yapılan bir deneyde, insanlara basketbol oyunu ile ilgili bir video kaset seyrettirilmiş ve seyircilerden, her takımın kaç tane pas attığını saymaları istenmiş. Sayım başladıktan 45 saniye sonra, gorili andıran elbise giymiş bir adam, oyuncuların arasından beş saniye süre içinde yürüyerek geçip gitmiş. Kaset seyredilip sayımlar yapıldıktan sonra, deneye tâbi tutulan insanlara şu sorulmuş: Kaçınız oyuncuların arasında gorili andıran bir adamın yürüyüp geçtiğini gördünüz? Katılımcıların % 40'ı öyle bir şey görmediklerini söylemişlerdir. Kişilerden bu adamı görmeleri istenmiş ve video film tekrar gösterilmiş, sonuçta herkes goril elbiseli adamın oyuncular arasından geçip gittiğini görmüştür. Bazıları da bu kasetin, önceki kaset olmadığını belirtmiş ve aynı kaset olduğuna inanmakta zorlanmışlardır. Bu bize insan zihninin sadece niyet ettiği ve dikkatini konsantre edip yönelttiği şeyleri görüp algılayabildiği gerçeğini ispatlamaktadır. Bununla alâkalı olarak; Bediüzzaman Hazretleri'nin "60 yıllık ömrümde 40 yıllık ilim tahsilimde öğrendiğim dört kelime vardır. Bunlar; niyet, nazar, mânâyı ismî ve mânâyı harfî" demesi ve niyet ve nazara özellikle dikkat çekmesi de oldukça manidardır.

Bu tip görme ve algılamayla ilgili hatalar, çok ciddi soruları gündeme getirmektedir. Yapılan deneylerde kişi bir manzarayı veya hâdiseyi hayal ettiğinde, sanki o manzarayı görmüş gibi beyindeki görme korteksi uyarılmaktadır. Bunun anlamı şudur: Biz her defasında önemli olduğunu düşündüğümüz bilgileri görür ve algılar, daha az önemli olan boşlukları ise; hafıza, birikim ve hayal gücümüzü, beklenti ve inançlarımızı kullanarak doldururuz.

Beyin; öncelikle görülen manzaranın kabaca genel iskeletini (temel geometrik yapısını ve ışık dağılımını) inşa eder. Sonra niyet ve dikkat devreye girer; görülen manzaranın veya hâdisenin kendine göre önemli olan belli karakteristik özelliklerini temel iskelete monte eder. Niyet ve dikkatin; zihinde resmin oluşmasına yaptığı katkı, zihinde oluşan görüntülerin uzay-zamanla bağlantılı ve süreklilik arz eden tek tek nesnelere dönüşümünü stabilize etmesidir. Dikkat kaybolduğunda, manzara ve resim zihinde tekrar belirsiz hâle gelecektir. Bu açıdan kişinin farklılığı veya değişikliği görebilmesi için, odaklanmış dikkate veya şuurlu farkındalığa ve neyi önemseyip önemsemediği bilgisine sahip olmasına bağlıdır. Çünkü kişinin önemsemediği ve değer vermediği şeyler, o kişi için görülemez ve algılanamaz pozisyonunda kalmaktadır.

Bir başka modele göre de bizler zihinlerimizde dış dünyanın hiçbir resmini tam olarak detaylarıyla depolamayız. Hâdisenin veya cismin farklı boyutları bizim için önemli oldukça, dış dünyaya geri döner ve oradan ilgili bilgileri alıp işler ve görmeye başlarız. Kişi niyet ve dikkatini neye yöneltirse, çoğu kez sadece onu görmektedir. Bu açıdan neyi görmek ve algılamak istiyorsak; niyet ve dikkatimizi ona yöneltmek zorundayız ki, onu fark edip algılayabilelim. Bu da bize Kur'ân-ı Kerim gibi çok boyutlu bir kitabın; hangi boyutlarının hayatımıza hayat olacağının tamamen ona bakış açımıza ve niyetimize bağlı olduğunu gösterir. Kur'ân bizim için bir şifa kitabı veya zikir kitabı olabileceği gibi; bir ibadet kitabı veya tefekkür kitabı ya da kâinatın sırlarını çözen bir anahtar da olabilir. Kur'ân'ın bu farklı boyutlarından hangisiyle insana muhatap olacağı ise, kişinin niyetine, perspektifine ve neye önem verdiğine bağlıdır. İnsan zihnindeki değişikliği algılama mekanizmaları, ancak niyet ve odaklanmış dikkatle harekete geçebilmektedir. Bu açıdan manzara ne kadar zengin olursa olsun, bir sohbette konuşmacı ne kadar önemli şeyler söylerse söylesin, okunan kitapta ne kadar faydalı ve önemli şeyler olursa olsun, kişiler ancak kendi ihtiyaçlarıyla örtüşen ve kendilerince önemli buldukları şeyleri ve zihinlerini hazırladıkları şeyleri görüp algılayabilmektedirler. Mevlana Hazretleri'nin ifadesiyle; "okyanus ne kadar büyük ve zengin olursa olsun, herkes kendi kabı kadar su alabilmektedir." Buradaki kabın karşılığı, kişinin niyeti, dikkati, önem verdiği şeyler ve ihtiyaçlardır.

Bütün bu modellere ve yeni gelişmelere rağmen, dikkat, farkındalık, niyet ve görme arasındaki münasebetlerin tam olarak nasıl olduğu hâlâ bilinmiyor. Çoğu araştırmacıların hemfikir olduğu husus şu: Bizler herhangi bir zamanda, dünyanın tam bire bir ölçeğinde, sağlıklı bir fotografına sahip olamıyoruz. Tabiî olarak zihnin yapısında ve işleyişinde dış dünyanın fotografını bozma, çarpıtma ve hatalı şekilde inşa etme potansiyeli var. Bu potansiyelin zararlı tesirlerini en aza indirgemek için insanın kendisini akıl, ahlâk, adalet ve âdâb dörtlüsüyle donatması ve kendini de gözlemleyip sorgulaması gerekir. Bu mesele, herhangi bir olaya şahitlik yapanların olayı ne kadar sağlıklı ve doğru resmedebilecekleri hakkında bazı soruları da gündeme getirmektedir.

Hepimiz çok zengin bir görüntü dünyasında yaşamamıza rağmen, sadece dış dünyadan birkaç parça faydalı gerçekleri ve ipuçlarını alabiliyoruz. Zihnimizde birkaç tane, fonksiyonel model olarak kullanabileceğimiz görüntü ve inançları depolayabiliyoruz. Neyin gerçek, neyin zihnî kurgu olduğunu söylemenin imkânsız olduğu bir bütün resim veya görüntü, zihin tarafından inşa ediliyor. Özetle bir dış dünya ve onun içinde işleyen bir beyin-zihin sistemi var. İkisi birlikte etkileşerek dış dünyayı ve kendimizi anlamamızı mümkün kılan bir inşaat, bir hikâye veya bir program hazırlıyorlar. Bizler işte bu hikâye ve programların içinde yaşayan varlıklarız. Hayatın güzelliği de bu program ve hikâyelerin farkında olunmasında, kendi hikâyemizi şuurlu farkındalıkla oluşturmak için vereceğimiz mücadelede saklıdır.