REHBERLİK ve PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK PORTALI

Universitelerimiz Ve Amerikan Universiteleri Arasinda Karsilastirma

  Üniversitelerimiz Ve Amerikan Üniversiteleri Arasında Karşılaştırma
Doç.Dr. M.Sami Polatöz 
     
       
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin ölçülerinden önemli biri de üniversitelerdir, Üniversiteleri müesseseleşmiş, eğitim ve bilim faaliyetleri gelişmiş ülkelerin bilim ve teknolojide de önde olmaları bir rastlantı olamaz. Türkiye’deki üniversitelerle Amerika’daki önde gelen üniversiteleri idarî yapı, öğretim üyelerinin çalışmaları, fizikî imkânlar ve eğitim seviyesi gibi özellikleri yönünden karşılaştırırsak bizde bilim ve teknolojinin niçin gelişemediğini daha iyi anlayabiliriz.

İŞİN EHLİNE VERİLMESİ

Şu iki olay üniversiteler arasındaki farkı çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Lübnan asıllı bir müslüman olan Muhammed Hac, Virginia Tech’den “Mühendislik Bilimleri” ve “Mekanik” bölümüne yardımcı doçentlik için müracaat eder. Bir kişilik kadroya yapılan 700 kadar müracaattan, konu ve yayın sayısı göz önüne alınarak ön eleme ile aday sayısı 50’ye kadar düşürülür. Bu 50 müracaat dikkatle incelendikten sonra ilk üçü mülakat için bölüme çağrılır. Bu üç adaydan herbirine uçak bileti gönderilerek bir gün boyunca bölüm öğretim üyeleri ile beraber olmaları sağlanır. Aday onlarla konuşur, yemek yer ve çalışma alanı, ileriki plânları ile ilgili Bilgi verir, üniversite imkânları hakkında bilgi alır. Bu üç aday içerisinden de hem bilimsel yeterlilik, hem de konuya yakınlık açısından Muhammed Hac seçilir. Müslüman olmasına rağmen bu vasfının bölüme alınmasında herhangi menfî bir tesiri olmamıştır. İşin diğer bir yönü ise bu alınma kararının tamamiyle bölüm hocaları tarafından verilmiş olmasıdır.

Buna benzer bir kadroya müracaat hâdisesi, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaklaşık aynı tarihlerde meydana gelmektedir. Şemseddin, Amerika’nın en meşhur üniversitelerinden MIT’de fizik alanında Milli Eğitim burslusu olarak doktora yapmış ve Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’ne şahsen müracaat etmiştir. Bölüm başkanı, Şemseddin’e bilimsel yönden yeterli olduğunu, ancak sosyal uyumunun çok önemli olduğunu, uyum sağlayıp sağlayamayacağını sormuştur. Daha sonraki günlerde, bölümle beraber yemeğe gidilmiş, Şemseddin’in içki içmediği de farkedilince bütün bağlar koparılmıştır. Bununla da kalınmayarak, Marmara Üniversitesi Fizik Bölümü, Şemseddin’in olumsuz özelliği (!) ile ilgili olarak uyarılmıştır. Eleman alınmasında bu tür taraflı davranış eski üniversitelerimizde bölüm seviyesinde yapılırken yeni üniversitelerimizde bizzat rektör tarafından yapılmaktadır. Bu tip üniversitelerde bölüm başkanlarının, dekanların, fakülte yönetim kurullarının hiçbir önemi yoktur.

Amerikan üniversitelerinde iş ehline verilir. Öğretim üyeliğine alınma görüşmelerinde “evli misin?” gibi özel hayatı ilgilendiren masumane bir sorunun sorulması dahi yasaktır. Ülkemizde ise adayın işin ehli olup olmamasından çok çıkar çevrelerine yakın olması, özel yaşantısı, fikrî yapısı vb. gibi hususlar öncelikli olarak ele alınır.

ÜNİVERSİTEYİ İDARE EDENLER

Amerikan üniversitelerinde rektörler ilanla göreve alınırlar. Üniversite içerisinde oluşturulan bir kurul bilimsel yeterlilik, idare tecrübesi gibi objektif kriterlere göre inceler ve neticede bir kişide karar kılarlar. Bu kişi çoğu kez üniversite dışından birisidir. Birçok ihtisas dergisinde bölüm başkanlığı, dekanlık ilanı görmek çok olağan bir hâdisedir ve onlarca bölüm hocası bu makamı hiç düşünmemektedir. Türkiye’de ise idarecilik hedefe ulaşmada bir vasıta değil, bizzat gaye hâline gelmiştir. Bilimde ilerlemeyi sağlayacak hiçbir plân ve projesi olmayan, eğitimden anlamayan birçok kimseler rektör olmak ister ve olduktan sonra da normal yürümekte olan işlerin önünde de engel teşkil eder. Bu tip kimseler salon adamıdırlar. Toplantı, panel ve kokteyllerde rektör sıfatıyla bulunur, etrafa karşı şirin gözükürler. Kısa ve uzun vadeli hiçbir plânlan yoktur, ancak idarecilik nimetlerinden sonuna kadar istifade eder, eş, dost ve çıkar çevrelerine iş imkânı sağlarlar.

Amerikan üniversitelerinde yetki ve sorumluluklar paylaşılmıştır. Bölüme alınacak bir öğretim üyesi için bölüm öğretim üyeleri tam yetki sahibidir. Araştırma görevliliği kadrolarının dağıtımı da yine bölüm tarafından yapılır. Hâlbuki Türkiye’de bir araştırma görevlisinin işe alınmasına kadar birçok iş rektörün önüne çıkmak zorundadır. Bu ise rektörlük makamını gereksiz işlerle meşgul etmekte ve idari verimi azaltmaktadır. Basit bir evrak haftalarca, aylarca bekleyebilmektedir.

ÖĞRETİM ÜYELERİNDEN BEKLENENLER

Bir Amerikan üniversitesinde öğretim üyelerinden şu dört şey sırası ile beklenir: Öncelikle “araştırma projeleri ve danışmanlıklar sayesinde devlet ve sanayiden üniversiteye para getirilmesi.” Bu araştırma paraları üniversite bütçesi için büyük bir önem arzetmektedir. İkinci olarak “her tür ilmî faaliyetlere katılımdır.” Bunlar ilmî yayın, bilimsel dergi editörlüğü, sempozyum, seminer ve konferanslara katılmak, bildiri sunmak ve bu faaliyetleri tertiplemek türünden işlerdir. Üçüncü önem sırasına sahip olan ise “eğitim faaliyetleri”dir ve bu eğitim faaliyetleri içerisinde yüksek lisans eğitimi, her zaman lisans eğitimine göre önceliklidir. Dördüncüsü ise “idarî kurullarda görev almaktır.”

Ülkemiz üniversitelerinde ise, öğretim üyelerinden ne beklendiği bile tam olarak belli değildir. Birçok öğretim üyesi maaşların azlığından, üniversitelerdeki sürtüşmelerden ve haksızlıklardan dolayı motivasyonunu kısmen veya tamamen kaybetmiş durumdadır. Çoğunlukla ek ders ücretleri, gece eğitimi vb. ile maaş açığım kapama peşindedir ve bir lise öğretmeni kadar derse girmektedir. Arta kalan vakitlerinde ise dışarıda kendi işlerini takip etmekte, çay partilerine katılmakta, sohbetle vaktini geçirmeye çalışmaktadır. Haliyle böyle bir öğretim üyesinin bilime harcayacak vakti de kalmamaktadır. Denk getirdiğinde hemen bir idarecilik görevi üstlenerek bütün bütün bilimden kopmaktadır. Yükselmek için gerekli olan makaleleri orijinal olmayıp alıntılardan ibarettir. Yurtdışı makale için paravan dergiler kullanılmış parayla makalesi bastırılmıştır. Bu hususta istisnai ve çok değerli bilim adamlarımızın bulunduğunu hemen belirtelim.

ALET, TEÇHİZAT VE KÜTÜPHANE İMKÂNLARI

Amerikanın iyi üniversitelerinden biri olan Virginia Tech kütüphanelerinde 3.5 milyon civarında kitap vardır. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesinde ise 200.000 civarında kitap vardır. İki üniversitenin abone oldukları periyodikler yine mukayese kabul etmeyecek durumdadır. Yeni kurulan üniversitelerimizde ise durum daha da vahimdir. Ege bölgesinde yeni kurulan üniversitelerden birisinin kütüphanesinde, orta ölçekte bir lise kütüphanesindeki kadar bile kitap yoktur. Şu an için teknik sahalarda araştırma yapan bir kişi ancak Ankara veya İstanbul’a giderse makul sayıda periyodik bulabilir. İzmir gibi Türkiye’nin 3. Büyük şehrinde ise yeterince periyodik maalesef yoktur. Halbuki Türkiye sathında en az 5-6 bölgede YÖK kütüphanesi tipinde kütüphaneye ihtiyaç vardır.

Üniversitelerimizin alet ve teçhizat yönüyle durumu ise tamamen ortadadır. Eğer deney setleri önceden hazır değilse bir doktora öğrencisi bunları temin edebilmek için ya çok zengin, yahutta çok sabırlı olması gerekir; çünkü gerekli alet ve teçhizat en iyi şartlarda 2-3 yıldan önce temin edilemez. Diğer taraftan yurt dışına her yıl çok sayıda master ve doktora öğrencisi gönderilmektedir. Bir yurtdışı bursu alan öğrencinin devlete yıllık maliyeti 25.000 dolar civarındadır. Yeni kurulan bir üniversitenin bir bölümünün yurt dışında 5 öğrencisi varsa, devlet yılda 125.000 doları bu bölüme öğretim elemanı sağlamak için harcamaktadır. Hâlbuki aynı bölüme yıllık alet teçhizat desteği yaklaşık 6000 dolar civarındadır.

YÜKSEK LİSANS VE DOKTORA EĞİTİMİ

Türkiye’de istisnaları dahil etmezsek genel mânâda yüksek lisans ve doktora eğitiminin ciddiyetten uzak olduğunu söyleyebiliriz. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki genel kanaat, kendi mezunlarına dahi doktora yaptırmamak yönündedir. Doktora yapanlar olsa bile, onların da üniversiteye alınmaması için gayret sarfedilir. Birkaç yıl önce, bu üniversitenin matematik bölümü, master öğrencisi bile almamak için ciddi gayret sarfetmekte idi. Ya ikna yolu ile öğrencilerin müracaatları engelleniyor veya imtihanda geçerli not verilmiyordu. Böylece kâğıt üzerinde yüksek lisans ve doktora eğitimi olan bölümde hiçbir öğrencinin olmaması sağlanabiliyordu. Üniversite rektörü Profesör Üstün Ergüder’in Ocak 1995’de Manzara dergisinde çıkan yazısını okuyunca hayrette kaldığımı itiraf etmek zorundayım. Profesör Ergüder, yurt dışına öğrenci göndermek yerine öğrencilerin yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin en azından bir kısmının Boğaziçi, ODTÜ ve Bilkent gibi pilot üniversitelerde yapılmasının daha doğru olacağı kanaatini taşıyor. Büyük ihtimalle Profesör Ergüder’in üniversitesinin bazı bölümlerinin mezun ettiği yüksek lisans ve doktora öğrenci sayısından veya öğretim üyelerinin doktora yaptırmama eğiliminden haberi yoktur.

Boğaziçi Üniversitesi’nde bu problemler yaşanırken birçok başka üniversitede ise yüksek lisans ve doktora öğrencisi adetâ bir ek ders ücreti alma vesilesi olarak görülmekte, çok sayıda öğrenci danışmanlığı ile çok para kazanma amacı güdülmekte, bunun tabiî neticesi olarak da öğrenciler tez çalışmalarında kendi bilgi ve becerileri ile başbaşa kalmaktadırlar. Ek ders ücreti almak için bol bol yüksek lisans dersi açılmakta ve neticede bu dersler yeterince işlenmeden ücretler alınabilmektedir.

Amerikan üniversitelerinde ise, yüksek lisans eğitimi en öncelikli eğitimdir. Öğretim üyeleri bu yüzden lisans eğitimine fazla ehemmiyet vermezler. Yüksek lisans ve doktora öğrencileri, çeşitli araştırma projelerinde yoğun tempo ile çalıştırılır, başarısız olanların irtibatı hemen kesilir. Buna rağmen yüksek lisans öğrencisi sayısının lisans öğrenci sayısını dahi geçtiği bölümler mevcuttur.

BEYİN GÖÇÜ

Amerikan üniversitelerinin en büyük başarılarından birisi beyin göçünü sağlayabilmeleridir. Dünyanın en zeki ve başarılı insanları Amerikan üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora eğitimi için seçilerek gelmekte ve bu kimselerin içerisinde de en başarılılarının ülkede kalması sağlanmaktadır. Amerika’nın herhangi bir üniversitesinin herhangi bir bölümünde etnik köken olarak Hintli, Çinli, Koreli, Türk, Meksikalı, vb. bütün dünya ülkelerinden göçüp gelmiş bilim adamlarına rastlamak mümkündür. Bu insanların göç sebebini sadece daha iyi imkânlara kavuşmak olarak açıklamak yeterli değildir. Diğer önemli sebeplerden biri de ayrımcılığın ve adaletsizliğin minimuma indirilmesi, bilenin hak etmesi ve yükseltilmesidir. Türkiye’deki üniversitelerde ise kendi vatandaşları arasıda bile sunî kamplar oluşturularak korkunç bir ayırımcılık yapılmakta, çıkar gruplarına dahil olmayanlar bilimsel yöndeki yeterliliğine bakılmaksızın mağdur edilmektedir.

Birçok kişi, imkânlarının iyi olmamasını ileri sürerek, Amerika’nın yaptığı gibi beyin göçünün Türkiye için hayal olduğunu savunur. Hakikat ise böyle değildir. Türkiye 2. Dünya Savaşının bitmesi ile birlikte tarihî bir fırsat yakalamıştır. Almanya’nın ve Sovyetlerin gözde bilim adamları savaş sonrası şartlarının elverişsizliği sebebi ile Türkiye’ye gelmiş veya gelmek istemiştir. Bunlardan Türkiye’ye faydası olanlar da vardır. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Almanya’dan göçen bu bilim adamları ile büyük bir ivme kazandığı söylenir. Ama çoğunlukla da bu bilim adamları, Türkiye’deki sözde bilim adamları tarafından harcanmıştır. Bir olay bu konuya bariz açıklık getirecektir. Mukavemet’in babası olarak kabul edilen dünyaca meşhur bilim adamı Timoşenko, Rusya’dan göç ederek Türkiye’ye gelir ve İstanbul Üniversitesi’ne müracaat eder. Üniversite öğretim üyelerimiz Timoşenko’nun müracaatını inceler ve bilimsel olarak yetersiz olduğuna (!) hükmederler. Timoşenko, daha sonra Amerikanın en iyi üniversitelerinden Stanford’tan kabul alır ve ünü dünyaya yayılır.

Sovyetlerin 1991’de dağılması ile birlikte Türkiye’nin önüne ikinci bir tarihî fırsat çıkmıştır. Sovyetlerin önde gelen bilim adamları, ülke şartlarının elverişsizliği sebebi ile kendilerine yaşayacak yer aramaktadırlar. İçlerinde 5-10 dolardan 40 dolara kadar komik maaş alanlar çoktur. Bunlardan bir kısmı yine ilk alternatif olarak Türkiye’yi düşünmüş, bazıları kısa bir dönem Türkiye’de çalışmış ama ilgisizlik ve art niyet sonucu kaybedilmişlerdir. Böylece Türkiye ikinci tarihî fırsatını da cömertçe harcamakta hiç bir beis görmemiştir.

NETİCE

Bu yazıdaki gayemiz, Amerikan üniversitelerini mümkün olduğunca yüceltmek ve ülkemiz üniversitelerini de karalamak değildir. Amacımız, üniversitelerimizin aksayan yönlerini gözler önüne sermek ve acil tedbirler almaktır. Bilimsel çalışmaların öğretim üyesinin şahsî işi kabul edildiği, binaların mesaî bitiminden sonra kapatıldığı, bu saatten sonra çalışmak İsteyenlere binbir güçlük çıkarıldığı bir üniversitenin doğru yolda olduğunu söylemek, gerçeklere karşı göz kapamaktan ibarettir. Eski-yeni, büyük-küçük demeden bütün üniversitelerimizin işleyişinde acilen radikal değişikliklere gidilmesi gerekmektedir. Saydığımız birçok menfî unsur yanında üniversitelerimizde birçok müsbet unsur da mevcuttur.

Bunun yanında örnek birçok özelliğini saydığımız Amerikan üniversitelerinde hiç mi menfî yön yoktur? Üniversitelerimiz için saydığınız menfilikler aslında o üniversiteler için de mevcuttur. Aramızdaki fark ise bu menfiliklerin orada istisna, bizde ise genel kaide olmasıdır.